Tuzak

Ablası, omzunda bolca hacimli deri keseyle önünden yürüyordu. Koruluğa varmadan acıkacakları belliydi. Hele bu kar yok mu? Elinde olsa bir kibrit yakacak hepsini eritecekti. O zaman da çamurla uğraş dur. Ayağının sıcaklığıyla kendisini avutarak yola devam etti. ”Güneş tepede çıktığımız iyi oldu.” dedi Devlet. Ablası cevaplamadı. ”Abla diyorum, öğlende çıktığımız iyi oldu. Üşürdük yoksa değil mi?” Yanıt alamadı. Belli ki ablasının aklı meşguldu. Kesin cevaplanacak soruyu biliyordu:

Abla. Yine o çocuğu düşünüyorsun değil mi?
-Ne çocuğu diyorsun?
-Bilmiyor muyum ben sanıyorsun? Pencereden bulutu izleyecek değilsin ya. Söyleyeyim mi babama?
Hamiyet aniden durdu. Kardeşini kolundan tuttu. Yüzünün kızarıklığı soğuktan mı yoksa utançtan mı anlaşılmıyordu. Kardeşinin yüzü de kızarıktı. Hamiyet’in gözünün siyahına baktı. Hamiyet de ona. Laf edişmediler. Kolunu bıraktı. Yanında yürümeye devam etti.
-Babama diyecek olursan seni arkadaşlarına anlatırım.
-Neyimi anlatırsın.
-Sen biliyorsun neyini anlatırım.


Sustular. Koruluk büyümeye başlamıştı. Karlar ağaçların gövdelerini kapatamaz olmuştu. Tığ gibi yapraklar, ağaçların tepesinde birbirleriyle kaynaşmış durumdalardı. Güneş boşluk bulduğu yerde aşağı düşüyordu. Ağaçların içine girdikçe koruluk ormanlaşmaya başlıyordu. Aydınlık, kardan gözlerine yansıyordu. Adımlarının bıraktığı izler derinleşiyor, yürümeleri aynı doğrultuda zorlaşıyordu. Neyse ki ayağım sıcak diye düşündü Devlet. İkisinden de ses çıkmıyordu. Hamiyet’in yüzüne baktı; hala kızarıktı. ”Soğuktandır” dedi içinden. Ablası onun yüzüne bakmıyordu.
Ormanlaşana kadar yürümelerine devam ettiler. Ağaçlar önce büyüdü sonra genişledi, sıklaştı. ” Daha gitmeyelim.” dedi ablası. Durdular. Hamiyet omzundan keseyi indirdi. İçinden ipi çıkardı, Devlet’e verdi. Devlet ipin düğümünü çözerken ablası ayağıyla karı eziyordu. Küçük çukura kesenin içinden çıkardığı taşları, çubukları, çıraları koydu. Devlet konuşmadan ipi ablasına uzattı. Yerdeki çıraları gördü.


-Çıraları neden çıkardın?
-Ateş yakmayacak mıyız?
-Onlar yerde yaş olur. Geri koy.
-Hemen yakmayacak mıyız?


Devlet onaylarcasına ses çıkarmadı. ”Keşke evden çıkmadan yeseydik.” dedi. ”Sen acıkmadın mı?” diye ekledi. Ablasının açtığı çukura çalıları topladı, küme yaptı. Hamiyet kibriti çaktı. Çıraları içine dizdiler. Ateşleri, onlar tuzağı bitirinceye kadar yanmaya devam edecek kuvvetteydi. Başında durdular.

Devlet ellerini ateşe yaklaştırdı :
-Neyimi söylersin?
Hamiyet sesini çıkarmadan çıraları dizmeye devam etti. Ateşi düzene soktuktan sonra başını doğrulttu. Kardeşinin arada kalmışlığından rahatsız oldu. Kendini merhametsiz hissetti. Devlet’in düşüncelerini yarıda bölerek :
-Ger şu ipi de keseyim.
Devlet ipi kollarının genişliğince gerdi. Ablası keseden çıkardığı bıçakla ipi kesti. Ateşin başına geçti. ”Azıcık ısınalım, sonra bakarız.” dedi. Devlet gözüyle onayladı. Bazen karlar ağaçların ince yapraklarına tutunamıyor, yığın halde yere düşüyordu. Bazen de dallar karın ağırlığına dayanamıyordu. Dalların ve karların sesini Devlet bozdu :
-Sen dün gece yedin mi?
-Yok. Akşamdan sonra ne yiyeceğim bir daha?
-Sabah yedin mi?
-Evden beraber çıkmadık mı?
-Ben acıktım.
Hamiyet eline ipi aldı. Çukura koyduğu çubuklara bağladı. Keseden hasır kafesi çıkardı, Devlet’e uzattı :
-Hadi geçe kalmayalım.


Devlet elini ateşe uzattı. Çekti. Kafesi aldı. Hamiyet ateşe iki çıra daha attı. Ellerindekilerle aramaya koyuldular. Dalların kırılma sesine Hamiyet ve Devlet’in ayak sesleri karıştı. Yaprakların tepede bitiştiği yerde rüzgar da ses çıkarıyordu. Yeşiller ve dallar titreşiyor, karlar eziliyor; bu sesler iki kardeşin de bilmediği türden kuşların sesiyle koruluk orkestrasını oluşturuyordu. Devlet hayvanlarla daha ilgiliydi. Kuşlarla, tavşanlarla… Daha da kuş çeşitleriyle ilgiliydi. İlgili olmakla kalmıyor bu hayvanlara pek yakından davranıyordu. Devlet’in bol çeşit sapanı vardı. Kuşları avlamasını iyi bilirdi. Köy civarındaki kuş cinslerini pekala hızda sayabilirdi. Kuşları avlama heyecanı sapandan öteye gidemiyordu. Ama kış başından beri koruluğun sığ yerlerinde özellikle tavşanları gözlüyor, yakalamak için türlü türlü tuzaklar uyduruyordu. Bir keresinde bu türlü tuzakların biriyle yakaladığı tavşanı eve getirmiş, babasına gururla göstermiş sonra ablasıyla birlikte afiyetle yemişti. Kar çıktığından beri tavşan yakalama zevki dinmek bilmedi. Dün sabah ablasına yaptığı alaycı tehditlerle isteğini kabul ettirmişti. Koruluğun daha da içine girecekler, büyük bir dağ tavşanı yakalayacaklar, eve getirip babalarına gururla gösterecekler, sonrasında beraber yiyeceklerdi. Tavşan etine karşı özel bir ilgisi yoktu. Onu diğer etlerden ayıran tek özelliği kendisinin avladığı olmasıydı.
Karlı korulukta tavşanı takip etmediler. Tuzağı kurup çok uzaklaşmadan ateşin başına geri döneceklerdi. Hamiyet elindeki iple önden, Devlet arkasından yürüyordu. ”Bu iki ağacın arasına kuralım.” dedi Devlet. Hamiyet ses çıkarmadan karları ezmeye başladı. Kardeşi de ona yardım etti. Küçük bir çukur oluşturdular. Devlet elindeki kafesi çukura yerleştirdi. Hamiyet ipi kafese geçirirken parmaklarının uyuşukluğunu hisseti ama onu zorlamıyordu. Kardeşi kafesi eğimli bir biçimde tutarken çubuğu yerleştiriyordu.


Devlet:
-Sen keseye yiyecek şey koymuş muydun?
Hamiyet:
-Kopar da ağacın kabuğunu ye.
Devlet:
-Acıkmasam demem. Sabah da bir şey yemedik. Ondan diyorum.
Tuzağı yerleştirdiler. Tepesinde dikilip sağlam olduğundan emin oldular. Koruluğun kimsesiz yerinde bıraktıkları kafese güvenerek yaktıkları ateşe doğru yürümeye başladılar. Ağaçların iç içe dalları da onlarla beraber yürüdü. Adımların bıraktığı çukurlar kar tek tük düştüğü için hemen kapanmayacaktı. Attıkları her adımda tuzaklarına giden bir yol çiziyorlardı. Etrafları, yaprakların ve güneşin etkisiyle yeşil ışıkla filtrelenmişti. Yeşilliğin içindeki parlak kırmızıya doğru gidiyorlardı. Ateşleri, bıraktıkları gibi kızıl ve parlaktı ama eskisinden küçüktü. ”Kesede daha yakacak var mıydı?” dedi Devlet.
-Daha dolusu var. Odun da var. Neden o kadar ağır olacak başka. Taşımadın ki bilesin.


Ateşin başına gelene kadar Devlet tavşanlardan konuştu. Ablası dinledi. Dinlerken başı ezdiği karlara doğruydu. Tuzaktan bu yana -ateşin başına- yürüdüler. Odunlar kora dönüşüyor, çıkardıkları sesler koruluk orkestrasının parçası haline geliyordu. ”Güneş batmaya yakın almaya gitsek olur.” dedi ablası. Devlet ses çıkarmadı. Oturdular. İki kardeşin konuştuklarından konuştular. Devlet tavşanlardan ve kuşlardan konuştu. Dallardaki karlar eriyip yere düştüğünde dönüp arkalarına bakıyorlardı. Hamiyet odunlarla ateşi korudu. Devlet kafasını ablasına çevirdi:
-Şimdi yanımızda ekmek olsaydı ne iyi olurdu.
-Evde yersin. Sanarsın aç bıraktık. Eve varınca yersin.
-Tavşan olsa ne iyi olurdu. Kızartıp yerdik.
Hamiyet ayağa kalktı. ”Hadi kalk. Anca varırız.” dedi. Tuzağın yoluna düştüler. Bıraktıkları adımların içi sığlaşmıştı. Ağaçları geçtiler. Yol boyunca yürüdüler. Devlet ablasının yüzüne baktı. Yanakları daha kızarıktı. Ayağının sıcaklığını düşündü. Ateşin başından ayrılmalarına rağmen sıcaktı.

Ablasına döndü:
-Üşüdün mü?
-Yok. Sen?
-Ben de üşümedim. Ayağın üşüyor mu?
-Yok.

Tuzağa vardılar. Kafesin içinde kahve renkli tavşan vardı. İkisi de şaşırmadı. Tavşan orta boyutluydu. Devlet gözlerine bakmadan tavşanı keseye koydu. Kesenin ucunu bağladı, Hamiyet’e verdi. Tuzağı bozdular. Geldikleri yoldan geri dönerken tavşandan hiç konuşmadılar. Devlet hayvanlardan bahsetmedi. Koruluktan, oyunlardan konuştular. Güneş batmaya vardı. Yaprakların tepesinde ışıklar bitti. ”Ben seni babama söylemem.” dedi Devlet. Hamiyet durdu. Kardeşine baktı.


-Senin söyleyecek neyin var ki. Sen karları yağdırana dua et ki ben seni söylemiyorum.
-Neyimi söylersin. Uydurmacadan başka ne söylersin.


Devlet hızlı adımlarla yürümeye devam etti. Hamiyet arkasından geliyordu. Yürüdüler. Yürüdüler. Lambaların ışıkları gözüktü. Koruluk, sarı lambalara tepeden bakıyordu. İnecekleri bir tepe kalmıştı. Sonra evdeydiler.
Tepeden aşağı inmeden: ”Acıktım ben. Keselim şunu.” dedi Devlet. Hamiyet ses çıkarmadan ve sonrasına aldırış etmeden tavşanı hazırladı. Devlet’ in sözüne karşı çıkmadı. Konuşmadan kızarttılar, yediler. Yedikleri yer, lambaları görüyordu. Karanlığın içinde yaktıkları ateşten ve sarı lambalardan başka gözüken yoktu. Hamiyet evde olacaklardan endişelenmiyordu. Ayakları üşümeye başlamış yüzü iyice kızarmıştı. Elindeki boş keseye baktı. Ayağa kalktılar. Tepeden aşağı indiler. Lambalara vardılar. Orkestradan iki parça ayrılmıştı. Lambaların altındaki tek ses onlarındı. Evlerinin önüne vardılar. Devlet yere bakıyordu. Önce ablası sonra kendi girdi. Evin içi sıcaktı. Ayaklarından sıcağı hissettiler. Anneleri yüzlerine bakmadı. Babalarının ayaklandığını duydular. Üstlerindeki soğuklar çözülüp eriyordu. Hamiyet’in elinde boş kese, Devlet’in ikisi de boş… Babaları geldi. Devlet’e yaklaştı. Daha önce hiç yemediği tokadı yedi. Hamiyet’in kafası yere bakıyordu.

Babası Devlet’e sordu:
-Neredesin? İnsan evladı değil misin?
-Tavşan avlamaya çıkmıştık baba.
Babası Hamiyet’in elindeki keseye baktı. Boş olduğunu anladı. Gözleri mermer kadar sertleşti. Yüzü köpürdü.


Devlet duyulmadık şiddette azar yedi. Hamiyet’in elinde boş kese, başı önde duruyordu. İki gözünden iki damla yaş aktı. Devlet’in bir yanağı daha kızarıktı. Babaları yerine gitti kendileri kaldı. Pencerenin kenarında karşılıklı oturdular. Hamiyet keseyi elinden bırakmadı. Pencereden dışarı baktı :
-Beni hiç görmedi. Azar bile etmedi. Tokat atmadı.
Devlet ablasına baktı. Ablası pencerenin önünde dışarıya bakıyordu. Devlet’in gözlerinden çokça yaşlar aktı. Ablası pencereden lambalara bakmaya devam etti.

Yorum bırakın